'sağlıklı beslenin, uzun yaşayın'. bu, birçoğumuzun yaşam düsturu. aslında insanların sağlıklı beslenme alışkanlıkları hatırı sayılır bir geçmişe sahip. bizim bugün 'organik', 'köy mahsülü' olarak aldığımız ve ederi el avuç yakan şeyleri insanlar neolitik çağda yerleşik hayata geçtiklerinde, kendi ürettiklerini kendileri yerken, bedavaya da sağlıklı besleniyorlardı. tabi burada bir ayrım var. o vakit amaç sağlıklı beslenme değil, sadece beslenmeydi. gılgamış destanı da bize bu konuda ışık tutuyor. m.ö. 3000 yılı... ve insanlar incir, salatalık, soğan yiyorlar. tarih ilerledikçe yemek, içmek ve beslenme bir kültür halini alıyor. hatta bir eğlence hali alıyor. gılgamış destanı yazıladururken, alt mezapotamya'daki insanlar bira mayası yapıp 'bu dünya içmeden çekilmez arkadaş' kıvamına gelmişlerdi bile.
üzümü ayacıklarıyla ezip meşe fıçılara doldurup 'şu nimet varken keriz miyim ömür billah ölümsüzlüğü arayayım' diyorlardı. o dönemlerde fütursuzluk hak getirdiği için mezapotamya da medeniyetin beşiği olmaktan bir adım daha öteye gitmedi. ölçüsüzlükleri dolayısıyla da içtikçe etrafa sarıp, mevzular çıkarttılar ve sonra insan insana küstü, düşman düştü. birkaç insan birçok oldu, daha da çoğalıp zümreleşti ve sonra da kabileleşti. 'ulan ben sizin yöneteceğiniz memleketin taa...' diyerek ilk 'doğal olmayan' göç başlamış oldu.
her neyse... daha sonra gelsin mayalı hamurdan ekmekler, gitsin yağda kızartılmış yemekler. eski yunan'da archestratos adındaki dili damağına pek uygun bir vatandaş ilk gurme olarka tarihteki yerini aldığında vakit m.ö. 5. yüzyıl civarındaydı. buradan da anlaşılacağı gibi sofra kültürü -en aşağı yaklaşık- 2500-3000 yıllık tarihe sahipmiş. işler görüldüğü gibi gayet güzel gidiyormuş. fakat daha sonra yemek kültüründe de yaşamın diğer birçok köşesinde olduğu gibi hiyerarşi hüküm sürmeye başlamış. bunun da miladı olarak 15. yüzyılın son çeyreğinde fransa'da üretilmeye başlanan cam şişeler ve bundan çok kısa süre sonra venedik'te kullanılmaya başlanan çatal gösterilebilir. aristokrasi ve beyfendilik artık sofralara da -neredeyse- tam olarak entegre olmuştu. insanlar 'bundan daha kötü ne olabilir ki...' diye düşünmeye başladığında sir montagu diye bir 'beyefendi' çıkıp 'ulan yüzyıllardır yemek de yemek diye sofrada ömrümüzü zebil ziyan ettik. yok efendim sofra adabıydı, sofra duasıydı, yemesiydi, bulaşığıydı derken günlerimiz geçip gitti sandalye başlarında' diyerek sandöviçi bulmuştur.
böylece yeni dünya düzeni -18. yüzyılın sonlarında- hiç aklımıza gelmeyecek bir şeyin yarattığı kelebek etkisiyle başlamış oldu. ardından gelen endüstri devrimini de (hızlandırılmış üretim) bununla bağdaştırmamak yanlış olur, düşüncesindeyim. gariplikler bunlarla da sınırlı kalmıyor. bir zamanların anti emperyalist gücü sovyetler birliği (o vakitler resmi ideolojilerine henüz kavuşmamış olsalar da) hızlı yemek yenen 'bistro'ların da isim babasıdır. bistrolar şu anda diğer 'fast food' firmalarıyla karşılaştırıldığında masumane dursalar da amerikada'ki ilk hamburger zincirine ayaklık etmiş oldular.
tarihin ve dünyanın diğer yakasında -doğuda- ise insanlar kendilerini bitkiye sebzeye vermeye başladılar. birçok bitkiyi ilaç, deva ve şifa olarak kullanmaya başlayıp, zamanın 'kaynana ilaçları' ve şimdinin modern doğu yemek ve beslenme felsefesinin önünü açtılar. artık dinmek bilmeyen bir 'manyaklık' halini alan bitkisel ilaçlar ve besinler büyük bir sektör haline geldi. kafamıza çiğnenmiş sırgan otuna yedirilmiş badem yağını sürünce saçlarımızın çıkacağını düşünürken, bir de baktık ki kafamızın üstünde 'nah bu kadar' yara çıktı. yakın bir dostun önerisiyle aldığımız bitkisel karışım -sözde- kısırlığımızı düzeltecekken 'günlerdir ishal devam etmekte'. bir tarafta batının fast food sektörü, diğer tarafta ise doğunun şifalı bitkileri arasında kaldık. yaşam onu bekletmeye gelmediğinden kelli fast food'a iyice bel bağlarken, diğer taraftan da hayatın o berdevam tılsımındaki çılgınca arzuladığımız materyaller ve lirik duygular beslediğimiz ruhsal ihtiyaçlardan dolayı 'dünyaya kazık kakmak' istediğimizden dolayı doğunun şifalı bitkilerinden de vazgeçemedik.
ne yapmamız gerektiği hakkında hiçbir bilgimiz yok. önerilere açığız. 'şu bitkiyi bi arkadaş kullanmıştı, şıppedenek hastalığı geçti vallahi' yahut 'mekdanıls'ta ikinci menü bedavaymış'...
geçenlerde gazetede okumuştum; bir çocuğun boğazına badem kaçmış ve ölmüş. televizyonda hiç sigara içmeyen mehmet öz'ün -yanlış hatırlamıyorsam- akciğer kanserine yakalandığı iddiası vardı. gün geçmiyor ki bir vejeteryan daha protein (sebzeden alınan proteinlerde, ette bulunan proteinin yapı taşındaki bazı aminoasitler bulunmamakta) ve vitamin eksikliğinden ölmesin. ömrünü 'atıştırmalıklar' ve 'kızartmalar'lar yiyerek geçirmeye çalışan insanlar hiç bahsetmiyorum bile. içkinin ilk zamanları insanoğluna keyif vericiydi. daha sonradan insanoğlunun en büyük zaafı 'ölçüsüzlük' boy gösterdi ve alkolün ruhsal ve fiziksel zararlarıyla ilgili sempozyumlara kadar taşındı bu konu. içkiyle kendinden geçip etrafına zarar veren insanlar var. içki yüzünden büyük hastalıklara gebe kalanlar var. neredeyse hiç yemek yemeyerek 'zayıflamaya çalışan' insanlar var. diğer tarafta da elips şeklini almış insanların, halen daha iffetsizce tıkanmaları söz konusu.
bu konuları sanıldığı gibi 'ne yaparsan yap zaten öleceksin işte hacı' makamına getirmeyeceğim. 'ölçü' diyeceğim. tarihteki ilk -öncül- filozoflar olimpos dağında toplanıp 'ölçü' üzerine tartışmışlardır. büyük ihtimaldir ki ölçüyü de tanrısallaştırmak için zeus'u dağdan çıkartmışlardır. hiçbir konuda ve zamanda ölçüyü yitirmememiz dileğiyle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder