varlık varlık üstüne kurdum binayı

utanmamıştı. sanki az evvel çantamdan telefonu aşırmaya çalışan bir başkasıymış gibi. gamsız ve tiynetsizdi. kendimi dünyanın en umarsız adamı olarak hissettiğim zamanlarda bile bu adam kadar rahat değildim. vatandaşlarla birlikte onu bir caminin duvarına dayamıştık. uzun süre muhafaza ettik, polis ekipleri gelene kadar. hiç sevmediğin bir arkadaşından -öyle çaresizsindir ki- borç istemeye kalktığın zamanlardaki karın ağrısıyla birlikte aramıştım, 155'i. çalmaya kalkmadım diyordu. telefonum yerdeydi. kollarında derin çizikler vardı. 'çalmadım ulan, çalmadım' dedi. suçlamaya yüzüm yoktu. öyle haklı haykırıyordu ki, karşıdan karşıya geçmeye çalışan bastonlu bir dedeye çarpan sürücü kadar çaresizdim. diyecek hiçbir şeyim yoktu. polis geldi. şikayetçi olduğumu söyledim ve durumu anlattım. beyazıt meydanı bugün daha da kalabalıktı. çocuk inkâr ediyordu. öyle oldukça polis dönüp bana bakıyordu. ilk defa sivil polis gördüm. yahut ilk defa birilerinin sivil polis olduğunu anladım. saçları sakalları birbirine karışmış, ellerinde tesbih ve hayli varoş kıyafetlerle tam bir zanlıya benziyorlardı. polisi hafife almamak lazım, diye içimden geçirdim. kullanılmamış bir alt geçite soktular, çocuğu. beni oraya indirmediler. yumruk ve tokat sesleri geliyordu. üzülerek bir mutluluk duyuyordum. sessiz ve sakindim. hayli pısırıktım. kendime bile itiraf edemeyecek kadar pısırıktım. önüme geçip sıramı mı kapmazlardı, daha çocukken elimden ekmeğimi mi almazlardı. beslenme çantamı alıp kaçan o çocuk. nasıl da zevk alıyordu bundan; benim ağlamamdan. 'senin canını yakanı sen de yak' der babam. yapamam işte. yapamıyorum. acaba o çocuğa ne olmuştur şimdi. nerelerde, kimleri ağlatıyordur, kim bilir. belki de büyüdükçe olgunlaştı ve 'eskiden götünün üstüne oturamazdı. şimdi görsen melâike'lerden oldu.

evvel zaman içinde III

kurtulması namümkün bir yola girdim. sevas ve ahalisi beni bekliyordu. fekat ben de öyle bir geliyordum ki arkamda dünyanın en güçlü ordusu moğollar ile birlikte dar'ül-âla'ya (sivas) giriyordum. ne sarı, ne kahverengi saçlarımın arasına, buncacık yaşımda sıkıntıdan kelli aklar karışmış. iki arşın, on iki parmaklık boyum sahin dört parmak kısalmıştı, sünmekten. belki de beş karış olan omuzlarım yaşadıklarıma ayak uyduramayarak, narin bir gül gibi solmuş, başlarını eğmişlerdi. ne yana baksam, kime ne söylesem, kimden yardım istesem bilemiyorum. at arabası çukura girdikçe zıngır zıngır ediyor yüreğim ve uzuvlarım. henüz yerleşkelerin orta yerine gelmeden, epey uzaklarda konuçlanmış bir evin önündeki yaşlı adam -nereden tanıyayım- gözlerimin içine bakarak el salladı. şöyle arabadan biraz kaykılarak bilmukabele ettim. gülüyordu. adam nur yüzlü, kellifelli, beyaz sakallı ve sarıklı biriydi.

evvel zaman içinde II

bunca ömürlük mazimde felek yüzüme katiyen gülmemiştir. velev ki bu işten nasıl sıyrılayım? efenim, daha önce de söylemiştim, bu mütemmim ve dahi gelecek olanlar evvel vakitde sizleri bulacaktır. netekim bunu okuyorsanız bu vuku bulmuştur da. Sebas'tan kaçışım epey vakid ve zahmet istese de ceman yekûnen muvaffakiyetle neticelendirdik. sebzevatçı idris efendi hakkında, yaban ellerden aldığım duyumlara göre vaziyeti pek alâ. hakkında endişelenmenizi kat-i suretle istemem. Sebas semalarından nasıl ayrıldığım hususunda sizleri vesveseli bırakmayacağım.

mütemadiyen şerefsiz idris'i kütürdettikten hemen sonra başıma geleceklerden bi' haber eve koştum. rahatlamak ve kendimi arındırmak içün namaz kılmak ameliyle abdeste durmuştum ki kapının gümbür gümbür çalmasıyla abdest neyin bırakarak acz ile kapıya atıldım. 'bu saatte kim olan ki?' diye seslendim. meğer paydaşım mustafa efendi imiş. ivediklikle içeri giriverdi. soluk soluğa kalmıştı. herkesin beni aradığını söyledi. tez vakde evi talan etmeye, beni de meydanda taşlamaya gelirlermiş. 'hangi vakitde yaşıyoruz mustafa efendi? ne taşlaması?' dedim. yıllardan 1243 idi. dahasını söylemeye müddetinin kalmadığını söyleyerek gitmesi gerektiğini söyledi, mustafa efendi. sakince yol ettim.

curcuna

camlar kapalı. bu gürültü de nereden geliyor?  birileri neşeli bir şeyler çalabilir mi, lütfen? biraz kibarlaşın bayan. bir saniye olsun düşünceli olamaz mısınız? bayan, sayın tüm sıkıntılarınızı; doldurun onları bir camın ardına da birbirlerini kovalasınlar. kaçmayın! hiç kimseden. fakat hiçbiriyle yüzleşmeyin.
günaydın. alt komşunuza selam verin, bir daha. kapının girişinde unuttuğunuz şemsiyenizi almak için geri dönün. zira havanın ne getireceği hiç belli olmaz. demir kapıyı kendinize doğru çekerken yüzünüze vuran soğuk hava, yeni bir güne başladığınızı somutlaştırsa da buna aldırış etmeyin. aslında bugün, dün işten gelmeden önce başlamıştı. neden, bir gün olsun işe geç kalsaydık. kapıyı açın ve dışarı çıkın. ayaklarınızı titizce yere basın. kimse götünün üstüne düşmek istemez. işte böyle. güzel gidiyorsunuz. neyse ki durağa kadar sağ salim geldik. amma da soğukmuş hava. ellerinizi ovuşturun ve bir sigara yakın.

evvel zaman içinde

''bu türbe, yüce şeyh ve büyük alim olan allah'ın emirlerine bağlı, faziletli, çok ibadet eden, her şeyi inceleyen, gariplerin hükümdarı, dervişlerin efendisi,  doğunun ve batının kutbu olan fakih ahmet'indir. allah onun yattığı yeri nurlandırsın.''
böyle yazıyordu ahmet fakih külliye'sinin girişinde. geçmişini bilirim. yüklü â'maller eylemiştir, rahmetli...
küçükkene validem işlerini yetiştiremediğinden kelli, şahsıma tıfıl yaşta yazmayı öğretedurdu. az vakidde muvaffakiyet ile yazımı fevkeylemişim. işte böyle bir çocukluktan kalma pürheves ile edip olacağım derken ahan da bu külliyede buldum kendimi. ilim her yerde ilimdir, dedim. külliyemize ve dervişlerimize dört kolla sarıldım. fekat bir şeyler yolunda gitmiyordu. tez vakide kalmadan derviş reşid efendi ile papaz olduk. büyüklerine karşı pek bir saygılı ve ar sahibi olan ben, sanki kendimi kaybetmiştim.

alabildiğince hiçlik ve bir miktar hayat (atıştırmalık)

insan aklı hiçlik ve sonsuzluk arasında gidip geliyor. sonsuzluk kavramını mitolojik olgularla ve nedensel paradigmalarla süslerken, hiçlik üzerinde sınıfta kalıyoruz. yani kocaman bir sıfır. üzerine yürütebilecek zilyon teori varken, hiçlik diğerlerinin -mitsel ve tanrısal kavramların- aksine teorisiz de bir teoridir. hiçlik yok kadar yokken, sıfır kadar gerçektir.

varsayımlar üzerine gidelim. hiçlikten varolan bir evren üzerinde yoğunlaşalım. olmayan bir şeyin, bir diğer olmayanla arasında nasıl bir reaksiyon gerçekleşebilir? hemcins varlıkların çiftleşmesinden, canlı beklemek kadar saçma. ve her şeyin sonsuzdan beri varolduğu varsayımı. dikkat! bunun ötesi veya berisi yok. sonsuz işte. yani gitsen de on yüz milyon ışık yılı geriye, yine de hiç gitmemişsin, demek ki.

görün(e)meyen adam

zaman zaman kenarda durup imrenirsin o ortama geldiğinde 'vay şenol nasılsın?', 'abi nerelerdesin be abi!', 'alemin kralı geldi ya' gibilerinden karşılanan müptezellere. hiç onlar gibi olamamışsındır. geldikleri gibi bütün gözler onların üzerindedir. onlar da gözlerini, gözleri onların üzerinde olan gözlere çevirirler. ah şu gözler. sen yine malsındır. yine bir kenarda 'depresyondayım... gülmeyeyim ben' triplerindesindir. herkesler ortamdan payına düşeni alır. sana da pastanın üstündeki ucuz şekerlemeden yapılan gül başları kalır.
daha çocukluğundan kendini belli etmişsindir zaten. herkes eriklere dalarken, sen dalmazdın. ama sırf sizin bahçedekilere de sıra gelmesin diye.

bir romanesk deney II

marks ve engels sosyalizmin felsefesini oluştururken doğal olarak yaşadıkları topluma ve çağın koşullarına göre kurguladılar. o koşullarda sosyalizme en yakın gördükleri toplumlar ileri kapitalist ülkelerdi (ingiltere, almanya vb). hesaplarında yarı köylü toplumu olan rusya yoktu. daha basit düşünelim. ingiltere, almanya ve fransa 1850'li yıllarda kapitalizm azgın sürecini yaşıyordu. proleterya zincirlerinden başka kaybedecek başka bir şeyi olmayan bir sınıftı. yeni gelişen burjuvazi aç gözlü, vahşi ve saldırgandı. köylülük büyük oranda tasfiye olmuş, proleterleşmişti. haliyle sınıf

bu kadar zalim olmayın, zulmetmeye bir son verin acılar

sol elini beline koyarak sağ ayağını basamağa atıp, sol ayağını da her defasında sağ ayağının yanına çekerek merdivenlerden yavaşça indi. evin beton meydanına atılmış çikolata ambalajını ve yırtılmış karton parçasını ağır ağır eğilerek yerden topladı. kalkarken beli takılacak gibi oldu. hafif inleyerek doğruldu. elindekileri az ileride bulunan çöp kutusuna attı. etrafına bakındı. sanki bir çocuk görse ona kızacak gibiydi. yaşlılıktan mı kızacaktı onlara? yoksa varoluşsal bir aksilik miydi, onunkisi? ellerini başörtüsünün iki ucuna atıp bozarak, tekrardan sıkıca birleştirdi boynunun altında. ne zaman takmaya başlamıştı bu baş örtüsünü? aklına bir şeyler sadece gelmekle kalıyordu. önemi yoktu. bahçeye yürüdü.

bir romanesk deney

sosyalizm, felsefesi itibariyle iradeci (volantirisit) bir düzendir. aşağıdan yukarı yıkılan sistem yukardan aşağıya inşaa edilecektir. geriye doğru bakınca temel sorunlardan biri şudur; binlerce yıldır sınıflı toplumda yaşamış insanları nasıl bir yol ve yöntemle değiştirip, dönüştüreceğiz? burada somut örnek; değişme ve dönüşmedeki yetmiş yıllık sosyalizm deneyimidir.

sovyet örneğine bakıyoruz: stalin 1952-53 yıllarında yazdığı son yazılarında yaklaşık olarak şöyle der; ''küçük meta üretimini dahi denetim altına aldık. burjuvaziyi sınıf olarak tarihten sildik. ve artık sovyetlerde geriye dönüşün maddi zemini kalmamıştır''
stalin, bunu devrimden tamı tamına 36 yıl sonra söylüyor.

halbuki sağlıklı da besleniyordum...

'sağlıklı beslenin, uzun yaşayın'. bu, birçoğumuzun yaşam düsturu. aslında insanların sağlıklı beslenme alışkanlıkları hatırı sayılır bir geçmişe sahip. bizim bugün 'organik', 'köy mahsülü' olarak aldığımız ve ederi el avuç yakan şeyleri insanlar neolitik çağda yerleşik hayata geçtiklerinde, kendi ürettiklerini kendileri yerken, bedavaya da sağlıklı besleniyorlardı. tabi burada bir ayrım var. o vakit amaç sağlıklı beslenme değil, sadece beslenmeydi. gılgamış destanı da bize bu konuda ışık tutuyor. m.ö. 3000 yılı... ve insanlar incir, salatalık, soğan yiyorlar. tarih ilerledikçe yemek, içmek ve beslenme bir kültür halini alıyor. hatta bir eğlence hali alıyor. gılgamış destanı yazıladururken, alt mezapotamya'daki insanlar bira mayası yapıp 'bu dünya içmeden çekilmez arkadaş' kıvamına gelmişlerdi bile.

benim de bir amacım var

insanlar bir amaçları olmadan hareket edemiyorlar. böyle söyleniyor. oysa yolculuğun en iyi noktası varış anı değil yolculuk esnasında geçen zamandır. amaca ulaştığında amacın anlamsızlığı boy gösterir. başka amaçlar edinirsin. velev ki onları da gerçekleştirdin diyelim. böylece ufkun genişleyecektir. aldanma. genişleyen ufkun ‘dışarının etkisindeki’dir. nesnel düşünce kitle aurasının önüne geçemez. subjektif düşünce tarzının özünde ‘ben’ vardır. buradaki ‘ben’ oportünist tutumda bulunan, nihilist, çıkarcı, bireyci ve ben merkeziyetçi gibi kavramların ötesinde değerlendirilmeli.