evvel zaman içinde III

kurtulması namümkün bir yola girdim. sevas ve ahalisi beni bekliyordu. fekat ben de öyle bir geliyordum ki arkamda dünyanın en güçlü ordusu moğollar ile birlikte dar'ül-âla'ya (sivas) giriyordum. ne sarı, ne kahverengi saçlarımın arasına, buncacık yaşımda sıkıntıdan kelli aklar karışmış. iki arşın, on iki parmaklık boyum sahin dört parmak kısalmıştı, sünmekten. belki de beş karış olan omuzlarım yaşadıklarıma ayak uyduramayarak, narin bir gül gibi solmuş, başlarını eğmişlerdi. ne yana baksam, kime ne söylesem, kimden yardım istesem bilemiyorum. at arabası çukura girdikçe zıngır zıngır ediyor yüreğim ve uzuvlarım. henüz yerleşkelerin orta yerine gelmeden, epey uzaklarda konuçlanmış bir evin önündeki yaşlı adam -nereden tanıyayım- gözlerimin içine bakarak el salladı. şöyle arabadan biraz kaykılarak bilmukabele ettim. gülüyordu. adam nur yüzlü, kellifelli, beyaz sakallı ve sarıklı biriydi.

yanımdaki zebellâh gibi adama baktım. kafasını arkaya doğru uzatmış ve rüzgâra doğru bağırıveriyordu, berimizdeki arabada bulunan adamlara. bir deli celâdeti geldi üzerime ve kendimi arabadan aşağı atıverdim, uzun otların arasına doğru.hallice yuvarlandıktan sonra nihayet duruverdim. her yerim ağrıyordu. dizlerim yırtılmış, üstüm paçavra olmuştu. yüzümde ince ince, dolusuna çizik varmış gibi geldi. ellerimi yüzüme götürdüm. bir baktım ki ellerim kan içinde. bir korku sardı ki içimi sormayın. yüreciğim güp güp eder durur. velâkin yapacak bir şey olmadığından öylece bekledim, bu it sürüsünün gitmesini. sopam ve nevalelerim geldi, aklıma. baktım uzaklaştılar, iyice doğrulmaya çalışıp, beyaz sakallı amcanın yanına gitmeye başladım. az ilerde de sopamı ve nevalemi buldum. fekat farkettim ki konyağım da düşmüş. bulamadım. sağlık olsun. herhâlde atladığımı görmemişti, bey amca. yoğusa öyle bir adam gelip de çoktan almıştı -beni- evine de sıcak bir çorba içiriyordu. yürüdüm de yürüdüm. ne yuvarlanmışım ama. evin güzel bir bahçesi vardı. arka tarafta uzun uzun hububatlar vardı. ne güzel görünüyordu. girişte, yan taraflarda da elvan çeşit sebze vardı. küçük, virane, görünürünce sadece iki penceresi olan, bahçenin yanında boka bile benzemeyen bir evdi.
kapıyı birkaç kere tıkladıktan sonra açtı.

- 'akşam-ı şerifleriniz hayrolsun' dedim.
- 'çenebazlık yapma, geçmiş olsun' diyerek beni içeri buyur etti.

affına sığınarak ismini sordum. 'mevlâna celâl-ed-dîn muhammed rûmî' dedi. maşallah! ne a'lâ bir isim, dedim. çorbaya benzer bir yemek getirdi. ne katı, ne sıvı. bir küçük, bir de büyük bir kaşık verdi. gülümseyerek koltuğuna oturdu.

- efendim, niye iki kaşık vermiş olasınız? hata eylediniz herhal
- hangisi seni daha aceleci kılar?
- büyüğünü seçersem telâşçı olurum celâleddin bey.
- küçüğü seçersen evecenlikle içmeye çalışırsın, tadına varmak içün. büyüğü seçersen ivedilikle biter lâkin sen mülâyim olursun, şişmemek içün.

büyük kaşığı alarak bir güzel içtim çorbamı. neden burada yaşadığını, ne yaptığını, sıkılıp sıkılmadığını sordum. sene olmamış geleli. konya'dan geliyormuş meğer. orada yıllarca seyid burhaneddin deyu bir adama hizmet vermiş. dayanamadım sordum 'aman efendim köle miydiniz?' deyu. 'evet' dedi, gülerek. 'gönülden köleydim zat-ı lâtife' dedi.

- yâhu gönüllü köle mi olurmuş, efendi? neler söylüyorsun sen. yoksa müşterek bir menfaatin mi var idi, bu zat-ı lâtife? ölümü gör ki doğruyu söyle.
- nasib olursa onu da görürüz, diyerek gülmeye başladı.
- korkutma beni celâl efendi.
- huylanıp telâşlanma ismi zail.

pek bir şey anlamadım. dahasını da sormadım. ismimi sormadı. ben de söylemedim. burada kalabileceğimi söyledi, istediğim kadar. sadece birkaç gün kalsam yeter, dedim. ne de olsa bu moğol sürüsü plâçka eder koca diyarı. ben de elimi kolumu sallaya sallaya girerim pirupak diyarıma.
ardından daha da konuşmadan uyuyuverdik. uyumadan önce bana bir divan göstererek, orada yatabileceğimi söyledi. allah razı olsun deyub, kıvrılıverdim. bir de baktım ki adamcağız yere yatıverdi.

- aman dedim, efendi gel şöyle yat. beni de töhmet altında bırakma.
- konuklar içindir bu ımızganık. benim yerim zati burasıdır.

uyudum uyumasına da alışamadım bi' mümkün, bu adama. zatımda enden görülen bir mahcubluk var idi, içimde. sabahı sabah ettim. yine de eşekler gibi uyumuş olmalıyım ki celâl efendi'nin kalktığını duymamışım. adamcağız sabahın köründe kalkmış, giyinmiş, aklanmış, yemeciğini de yemiş, koltuğunda oturup bana bakmaktaydı. 'nihayet uyandın. sana haber eylemeden gitmeyeyim dedim' dedi. nereye gittiğini sordum. konya'ya geri dönüyormuş. 'yâhu celalleddin efendi, bana burada istediğin kadar kal diyorsun, sonra da gidiveriyorsun bir bilinmeze' dedim.

- sana kalma demedim. beni gidiyorum. sen hâlâ kalabilirsin, ismi zail, diyerek güldü. tabii tehalûk edersen benimle de gelebilirsin.

niye geldi, niye gidiyor bu adam deyu kıssadan düşündüm. bir sonuca varamadım. becit kanaatler getirmeliydim. hemencecik 'ben de geliyorum' dedim. zira burada dursam da dönüşte beni alsa bu zebellâhlar yahut köye dönsem de bir güzel haşlasa beni ahali iyi mi olurdu? tekrar koyuluverdim yola. bu defa yanımda bir de adam var idi. kellifelli, beyaz sakallı, nur yüzlü bir adam. ne genç, ne yaşlı. adı ise mevlâna celâleddin muhammed rumi idi.

Hiç yorum yok: