evvel zaman içinde

''bu türbe, yüce şeyh ve büyük alim olan allah'ın emirlerine bağlı, faziletli, çok ibadet eden, her şeyi inceleyen, gariplerin hükümdarı, dervişlerin efendisi,  doğunun ve batının kutbu olan fakih ahmet'indir. allah onun yattığı yeri nurlandırsın.''
böyle yazıyordu ahmet fakih külliye'sinin girişinde. geçmişini bilirim. yüklü â'maller eylemiştir, rahmetli...
küçükkene validem işlerini yetiştiremediğinden kelli, şahsıma tıfıl yaşta yazmayı öğretedurdu. az vakidde muvaffakiyet ile yazımı fevkeylemişim. işte böyle bir çocukluktan kalma pürheves ile edip olacağım derken ahan da bu külliyede buldum kendimi. ilim her yerde ilimdir, dedim. külliyemize ve dervişlerimize dört kolla sarıldım. fekat bir şeyler yolunda gitmiyordu. tez vakide kalmadan derviş reşid efendi ile papaz olduk. büyüklerine karşı pek bir saygılı ve ar sahibi olan ben, sanki kendimi kaybetmiştim. derviş efendiyi allah yarattı demedim, eşek sudan gelinceye dek bir güzel dövdüm. ab-ı hayatı yerlere aktı şerefsizin. hasılı, öyle de bırakıp çıktım onu, külliyede. acep sarnıca mı idik? ben de sarnıcın ardından kıçıvermiştim, miniskül bir delikten. herhal öyleydi. neyse efenim. neticede külliye ve tasavvuf hayatım da böylece resmiyyeten nihayete ermiş oldu.
uzunca vakde kadar avare gezindim. günlerden bir gün çarşı'da barudcu â'ma mustafa efendi ile yaptığımız harcıalem lakırdılardan biri esnasında, zatım tecimsel gevezelikler yapar iken â'ma mustafa efendi mazmun ve mefhum bir bakış attı. bir manaya bindiremediğim cihetiyle 'mustafa efendi, affına sığınaraktan bir maruzatım olacağdı. bakışlarının bir mahlası var mıdır? yoksa bu da lâflamalarımız gibi midir?' dedim. acz ile masadan doğruldu. 'efendi, efendi! kurtulduk.' dedi. vakıayı kavrayamadığımdan kelli, böyle boş boş lafazanlık ederken nasıl oluyor da kefeni yırttık anlayamamıştım. uzun uzadıya anlattı.


dedim ya, ezelden beri yazmayı ve okumayı severim. ha, bir tandırname dahi yazmış mıyımdır, acep? hâşâ! okuduğumu yazarım ben. amma pek âlâ yazarım. yazarkene de mütenasip ve makul bir biçimde tadilatını yapar, bizzatihi şahsiyetime cazipleştiririm, yazıyı. ola ki mukadderat da yazılaydı böyle sefâ-ül pezevenglik ile, ne civan hayatım olur idi ya'rab, senin de yardımın ile... uzatmadan hadiseye geleyim; mustafa efendi'ye -ziyadesiyle- hûlyalardaki ticarî emellerimi nakşeyliyordum. mevzuuya gelecek olursak hemen hemen şöyle dedim; 'mustafa efendi, vakdi mühletinde insan mahluku ipek yolunu yapmış elleriyle de baharatlar taşımışlar âlemin bir ucuna. biz ise burada apışıp amelin ayağımıza gelmesini bekliyoruz, azizim'. ahan da bundan gayrı cenk eyleyeceğiz, bu insan mahlukuna karşı, dedi, azizim mustafa. cümleten ayağa fırladık, teheyyüç ile. elimde olmadan 'eureka' diye bağırarak koşmaya başladım çarşıda. kimse anlam veremedi, haliyle. validem ferdi tahsilimi hummalı tuttuğu içün, 'nereden biliyor bu adam eureka'yı' demeyin. arşimed'den, platon'a, ömer hayyam'dan tutun da cicero'ya kadar aşinayımdır. dahasını da bilsem alim olurdum zati.


tez esnada çarşı'da bir dükkan tuttuk. bu arada, size ne iş yaptığımızı söylemiş miydim? baharatçılık yapacağız artık. yemeklere konulan elvan çeşit baharattan şifalı bitkisine kadar muazzam bir pazar oluşturduk. mamafih müşterinin bi' mümkün ayağı alışamadığından kelli işler umduğumuz gibi seyreylemedi. bazı vakitler siftah dahi yapamadan tekneyi kapadığımız oldu. kasap ahmet efendi'nin yanına varıp -söylemesi ayıp- et alacaktım. şükür ki gitmişim yanına. bir kenara çekti beni. öyle şeyler söyledi ki kulaklarıma inanamadım. meğer bizim sebzevatçı -şerefsiz- idris efendi de şifalı bitkiler satıyormuş. bu da, kendine gelen müşterileri 'bu zındıklar bitkileri belalı dualar eyleyerek satıyorlarmış' diyormuş. rekâbetin o vakde kadar ne mânaya geldiğine pek aklım ermezdi. önceden çıtlattım mı bilmiyorum fekat ben pek mazlum büyümüşüm. zati küçücek yaşta kaybetmişiz, anamın kocasını. o vakittir diyemem o lûgatı. sinem değil de dilim lâl olur ona ait olduğum sıfatı söylemeye.
ivedikle sebzevatçı -şerefsiz- idris efendi'nin zerzevat dükkanına vardım. 'sen kim oluyorsun da bize kuru iftiralar sıkıyorsun, bit kafalı idris!' dedim. tuğyan ile karşı çıkmaya çalışıp da inkâr eylese de ağzına bir fiske vurarak berteraf ettim, kişnemesini. akıttım mı bunun da ab-ı hayatını. kan görünce dayanamıyorum efendim. ister 'delirmiş' deyin, isterseniz de 'tımarhanelik bu adam' deyin lâkin dahaca acıtmak istedim canını. baktım yan kenarda bir nargile duruyor, seyirlik. marpucunu kaptığım gibi her yerine vurmaya başladım. baktım gevezeliğe yelteniyor ağzına ağzına vurmaya başladım. iyice sesi soluğu kesilene dek örseledim.


olay, bu şerefsiz idris'i pataklamamla kalsaydı iyiydi. siz de arz edersiniz ki kazanın bu kadarla tahdit bulması hasıl olmadı, nazarıma. hülasa menkıbemi bitirmeme -şimdilik- kimi beisler var. olaylar çığırından çıkıp epey hengâmeli hallere büründü. fekat bu yazıyı bitirmeme kimse mani olmayacak. şimdilik Sebas (Sivas) civarlarından uzaklaşmalıyım. mütemmimi niteliğindeki yazım, evvel vakitde sizleri bulacaktır.


kalın sağlıcakla.

Hiç yorum yok: